Çok kıymetli Hocam,
Seni rahmetle özlemle ve hasretle anıyorum. Ben seninle büyüdüm, senin kitaplarını okurken zamanı farketmedik. Yazarken bıkmadın, yazdın. Sen anlattın biz dinledik. Sen anlatırken sıkılmadın, bizde dinlerken sıkılmadık. Bizde bıraktığın sevgi o kadar büyük ki anlatılmaz. Çünkü sevgi doluydun. Sevmeyi sevilmeyi öğrettin. Üzerimi Bize her zaman emek gösterdin. Bize her zaman merhamet gösterdin. Sürekli ilgi gösterdin. Mutluluğun ile bize mutluluk kattın. Saygılı olmayı öğrettin. Saygı duyulmayı öğrettin. Dostluğu öğrettin. Her zaman birbirimize destek olmamızın ne kadar önemli olduğunu öğrettin. Gönlü bol olmayı öğrettin. Nazik olmayı öğrettin. Pes etmemeyi öğrettin. Vazgeçmenin bir şey değiştirmediğini öğrettin. Misafirperver olmayı öğrettin. Daha bir çok şeyi öğrettin. Anlatsak satırlara sığmaz. Sen bir dava adamıydın. İlim insanıydın.Fikir insanıydın. Gönül insanıydın. Daha fazlasıydın. Bir modeli dünyada uygulattın. Yurt-dışında bile sevenlerin vardı. Kongrelerin, toplantılar, buluşmaların ve senin olduğun çoğu yer tıka basa doluydu dışarda kalanlar vardı. İnternetten izleyenler, katılmak isteyip katılayamayanlar, o gün işi çıkanlar bu doluluğa dahil bile değil. Sen güzel bir şey olduğunda ayrımcılık yapmazdın. 1 aylıktan 90 yaşa kadar herkesi davet ederdin. Her yaştan var mı diye kontrol ederdin. Eksik olduğunda niye gelmedi diye arardın. Her ayrıntısına kadar düşünürdün. Eksik olduğunda hemen isterdin. Hiçbir zaman fiyata bakmazdın. İnsanını 1 yıl gibi bir süre kadar ağırlardın. Misafirin eksiği varsa hemen isterdin. Yol ücretini karşılardın. Onu gezdirirdin. Ondan her şeyi istemezdin. Onu koruyup kollardın. Sen çoğu kişinin ikinci babasısın. Bendede öyleydin. Kongrelerinde sen gelince insanlar ayağa kalkıp üstat diye bağırmaya başlarlardı. Bu başarı senin başarındı. Birazcık iyiliklerine değinelim. Afrika’da su kuyusu açtırdın. Daha fazla iyilik yaptın ama hepsi buraya sığmaz. O kadar anlatmaya çalıştıklarımın içinde tek bildiğim şey sen hep yüreğimizde yaşayacaksın.
Benim güzel Babam’a
Selamün Aleyküm Baba. Nasılsın,iyi misin? Bence iyi olmalısın. Ben hiç iyi değilim ama. Aslında biliyor musun bugüne özel kötü değilim ben iki yıldır kötüyüm. Çünkü yoksun babam. Senden sonra su kelimeden nefret ettim ama söylemem gerek”vefat” haberini nasıl aldık biliyor musun baba? Sabahın erken saatlerinde o kadar mutlu bir şekilde uyandık ki. Sonra bir telefon geldi. Bilirsin, çok düşmanın var neyse açtık televizyonu oturduk koltuğa bekliyoruz. Abim ve annem ağlamaya başladılar. Ben oracıkta kalakaldım. Gözümden yaş geliyor ama ben kendimde değilim. Neyse ben buraya güzel şeylerden bahsetmeye geldim. Bize kazandırdıkların baba. O kadar iyi, o kadar güzel şeyler ki varlığında anlamadıklarımı şu an daha iyi anlamaya başladım.Niye gittin ki baba? Zifiri bir karanlıktayız baba senin kadar aydınlık bir insandan başkası kurtaramaz bizi. Geri gel lütfen… Babam senin bizi sevdiğin kadar kimse bizi sevmedi. Evet biliyorum hâlâ seviyorsun ama yoksun. Bize kazandırdıklarının içinde Hüseyin Başkanım da var. Baba her şeyi boşver de seni çok seviyorum, seviyoruz. Babam gözün arkada kalmasın olur mu? Çünkü biz çizdiğin yolda gösterdiğin hedefe durmadan yürüyeceğimize and içtik. Seni çok seviyorum babam. Kendine iyi bak ve huzurla uyu. İyi olduğunu bilirsem belki biraz daha ferahlarım. Seni ve kazandırdıklarını çok seviyorum.Baba her şeyi boşver de seni çok seviyorum, seviyoruz. Babam gözün arkada kalmasın olur mu? Çünkü biz çizdiğin yolda gösterdiğin hedefe durmadan yürüyeceğimize and içtik. Seni çok seviyorum babam. Kendine iyi bak ve huzurla uyu. İyi olduğunu bilirsem belki biraz daha ferahlarım. Seni ve kazandırdıklarını çok seviyorum.Baba her şeyi boşver de seni çok seviyorum, seviyoruz. Babam gözün arkada kalmasın olur mu? Çünkü biz çizdiğin yolda gösterdiğin hedefe durmadan yürüyeceğimize and içtik. Seni çok seviyorum babam. Kendine iyi bak ve huzurla uyu. İyi olduğunu bilirsem belki biraz daha ferahlarım. Seni ve kazandırdıklarını çok seviyorum.
Elif Rana Mumcu 12 Yaş
Trabzon
Babacım…
Haydar Hocama
Bedenini bu diyarda görmeyeli iki yıl olmuş hocam. Dün gibi aklımdasın ama. Unutmadım, hiç de unutmayı düşünmüyorum. Bana ehl-i beyti, imamları, Atatürk’ü öğreten, gerçek ekonomiyi ve gerçek ekonomi modelini öğreten adamı ben nasıl unutabilirim? Bu nankörlük olur.
Elini öptüğüm, bana para verdiğin o anı da unutmadım, hala televizyondan sesini duyduğumda tüylerim diken diken oluyor, heyecanlanıyorum.
Sen olmasaydın Peygamber Efendimizi, Ehlibeyt’i, On İki İmamı, Atatürk’ü doğru bir şekilde tanıyamazdım. Ehlibeyt’i bilmeyen, On İki İmamı bilmeyen nice yaşıtlarım var. Atatürk’ün 8 yaşında hafız olduğunu, Seyyid Şerif olduğunu ve hatta Müslüman olduğunu bilmeyen yaşıtlarım da var. Bende onlardan olurdum büyük ihtimalle.
Milli Ekonomi Modeli ise apayrı bir olay. Hz. Ali’nin “Baba Devlet ” modelinden esinlenerek oluşturduğun bu modeli 42 – veya daha fazla – devlet kullanıyor hocam. Bu devletlerin arasında Türkiye yok ama İnşallah Hüseyin başkan ile bu işi başaracağız. İcmal gençlik olarak izinden gideceğiz ve başaracağız İnşallah. Çünkü Allah doğru olanın yanında durur. Biz doğru oldukça, senin bize bıraktığın yoldan gittikçe Allah’ta bizim yanımızda olur diye düşünüyorum.
Bu davamdan da ayrılmayacağım İnşallah. Seni de unutturmayacağım, unutmayacağım, unutmayacağız. Yaptıkların her zaman bize yol gösterecek.
Sevgilerimle
Üstadım kalem kadere küskündür. Geçmiyor zaman… Kaybolduğum yeri de kaybettim ne Yusuf’u bulabildim ne de Kenan o eski Kenan…
Ne desem bir yere değerdi ne desem bir şeye değmezdi. Öyle de oldu zaten. Hatırlıyorum ilkin telaşımı, heyecanımı kaybettim. Sonra çocukluğumun hoş bir esintiyle yüzümü okşayan yeşil çimen aromalı toprak kokusunu, gençliğimin kapıldığı hoyrat bağımsızlık rüzgarını, karanlıkları yırtamamanın gayzı vicdanımın gözyaşını, o muştuya hasretin ateşini ve beni kandillerde tezkiye eden ilahi nuru kaybettim sanki.
Kainat küçülüverdi gözümde ve kainat düşüverdi gözümden. Ve düğümlendi içim. Kainat benim içimde ben kainatın içinde deviniverdi.
Nerden başlamaydı bir daha? Çok sordum. Bir noktaymış tüm mesele. Bir noktanın tefsiriymiş her şey. Ölüm hayatın tefsiri… Kader kıyametin… Nokta neymiş bildim. Kader zamanın içinde bir sırmış. Öyle bir sır ki sır içinde sırmış. Ölüm sonsuzluğa açılan bir kapıymış.
Ve hatırlıyorum yer beşik oldu, gök beşik, kelimeler beşik oldu salınıp durdum. Kelimeler biriktirdim dilimin ucunda sonra hepsini yuttum.
Yer gök çözüldü sanki.
Sonra Lat’ı Uzza’yı ve üçüncüleri Menat’ı gördüm. Sonra onları kıranların Rabbi’ni gördüm. Gönlüme yıldız çarptı. Mahşeri gördüm.
İlkin kelimeler yıkılmıştı galiba sonra putlar sonra ben. Uyandım sağa baktım sola baktım yukarı baktım yere baktım… İçim kalabalık her taraf ıssızdı. Ne yapmalıydı ve neden? Nedendi ve ne yapmalıydı?
Sünnetullah böyleymiş.
Hüseyni bir susuzlukta yanmaktı seni sevmek, Hasan-i bir yalnızlıktır yokluğun. Bir cennet düşüyle yaşarım.
Ellerinizden öperim…
ŞARKILAR SENİ SÖYLER
Ne yazarsam yazayım biliyorum, kurduğum tüm cümlelerin yüklemi de sen bağlacı da sensin. Satırlarımdaki her harfin öznesi sensin. Mektubumdaki her harf gibi hayatımdaki her anın anlamı da sendin. Bu hayatta hepimiz gidiciydik. Ama senin bizden önce gidebileceğini hiç mi hiç düşünmedik. Hayallerimizin, sevinçlerimizin, gelecek günlerimizin içinde hep sen vardın. Bu defa Nisan bahar değil hazan oldu. Ağaçlar yeşerip, çiçekler açacağına dallar kuruyup yapraklar yere düştü. Tüm renkler soldu. Çünkü sen gittin… Sana doyamadan, apansız… Şimdi dilimde bir şarkı:
“Yaşanmamış yılların, eyvahını bana sor! Mutluluğu tanırsın, mutsuzluğu bana sor!”
Senden sonra şarkılar benimle konuşur oldu. İçimdeki acıyı, hasreti, hüznü haykırır oldu. Hepsi mi sana yazılır bu şarkıların? Sahi onlar seni nasıl bu kadar iyi tanıyor? Gidişinden sonra şöyle bir bakındım etrafıma. Seni sevenlerin perişan… Bu defa başka bir şarkı dilime dolandı:
“Yaralı…Tepeden tırnağa herkes yaralı…”
Farkındaydık Hocam. Yaralarımızı sarmak, sensiz bir hayata devam etmek hiç de kolay olmayacaktı. Ama hayat ya bu işte devam ediyordu. Bir düğün oluyor, bir bayram oluyor…Bir yerlerden çıkıp gelecekmişsin gibi hissediyoruz hepimiz. Bir alkış kopacak, herkes ayağa kalkacak. Gelişini seyredeceğiz diye bekliyoruz. Sonra bir tokat gibi yokluğun yüzümüze çarpıyor. Bu defa da seninle söylemeye doyamadığımız “Akşam Güneşi” şarkısının birkaç cümlesi dilime dolanıveriyor:
“Sanki kara bulut seni saklıyor benden. Ne olur, ne olur, ne olur dön bana!”
Hasretin bir hançer gibi saplanmış olsa da kalbimize, alışıyor gibi oluyoruz bu acıyla yaşamaya. Devam eden rutin bir hayat akışının içinde buluyoruz kendimizi. Kimimiz çoluk çocuğu ile uğraşıyor, avutmaya çalışıyor kendini. Kimimiz yoğun iş temposunda boğulup, böyle bir gidiş böyle bir ayrılık hiç yaşanmamış gibi bilmek istiyor. Sonra derin bir hüzün çöküyor gönlümüze. Yeniden hatırlıyoruz. Aslında hiç unutmuyoruz. Belki de bu gerçekle yüzleşmek, bu ayrılığı kabullenmek ağır geliyor. Hislerime tercüman bir şarkının iki soru cümlesi adeta beynimi kemirmeye başlıyor: “Eksik bir şey mi var hayatımda? Gözlerim neden sık sık dalıyor? Eksik bir şey mi var hayatımda? Gökyüzü bazen ciğerime doluyor…”
Sevinçlerimiz, gülüşlerimiz içtenliğini kaybetmiş. Meğer seninle nasıl da içten gülüyor nasıl da mutluymuşuz biz. Dünyanın derdini boynumuza yükleseler, sen varken bir pamuk gibi hafifmiş tüm yükler. Şimdi tüm yüklerden ağır yokluğunun yükü. Ölüm hak biliyorum. Peygamberler bu diyardan göçmüş. Ali’ler Fatıma’ sız, Zeynep’ler Hüseyin’ siz kalmış. Oysa seni kaybetmeden onların yaşadığı acıyı bile hiç anlamamışız ki. Ama şimdi anlıyorum Hocam. Ve sensizliğin derin acısını bir melodi ile mırıldanıyorum sessizce:
“Dağ, taş gelir üstüme. Aynalar küs yüzüme… Yokluğunun kefeni, dar gelir bedenime!”
Şimdi bize de Hz. Zeynep misali dimdik bir duruş gerek. Davana sımsıkı tutunup, onu yüceltecek bir umut bir kararlılık gerek. İşte bu duruş “Canımız toprakta, bedenimiz dimdik ayakta!” diyen emanetinin Hüseyni duruşudur. Şimdi söz veriyoruz Hocam. Sana kavuşana dek bize öğrettiklerinin izinden gideceğiz. Belki sensizliğin ateşi ile dağlanacak yüreğimiz. Belki çok ama çok özleyip nice yaşlar dökeceğiz. Çalan her şarkıda, okunan her şiirde seni bulacağız. Şimdi seni hiç anmadığımız kadar çok anacağız. Mektubumu senin de çok sevdiğin, her dinleyişimde o tatlı gülüşünü hayalime getiren, adeta seninle özdeşleşmiş o şarkıyı yine bir düğün günü birlikte söylüyormuşcasına seslendirerek bitiriyorum.
“Bir kızıl goncaya benzer dudağın.
Açılan tek gülüsün sen bu bağın.
Kurulur kalplere sevda otağın.
Kim bilir hangi gönüldür durağın?”
Değerli Öğretmenim,
Sana öğretmenim demek istiyorum çünkü hem bir ana hem bir baba her şey olmuştun sen bize. Her şeyimiz olmuştun sen bizim.
İki minik kız çocuğu vardı düzenlediğin programlarda. Bayrak sallardı bu minikler babalarının omuzlarında seni seyrederken. Büyük olanı bağırırdı: “Üskat Üskat!” Dili dönmezdi üstat diyemezdi henüz. Küçük olanı da düzeltirdi hemen :“Üstat o, Üskat değil!” diye söylenerek. Ardından yarışırlardı. Kim daha çok bağıracak? Kim sesini duyuracak üstadına daha fazla? Hangisi sarılıp ellerini öpecek? Biri öpünce üzülürdü diğeri öpemediği için. Bilemezlerdi ki o yaşta. Meğer seni uzaktan seyretmek bile ne büyük bir armağanmış. Sonra bir gün küçük olan da ellerini öptü Mersin’de akşam vakti. Yalnızca bir kez öpebilmişti. Çocuk kalbi çok mutluydu. Ablasına anlatıp havasını da atmıştı. Keyfi yerindeydi o zamanlar.
Bir program daha oldu son günlerde. Coşkulu bir kongreydi. Hüzünle karışık bir duygu cümbüşüydü hissettikleri küçük olan kızın. Seni sağ olarak aramızda görmeyişinin burukluğunu yaşarken bir yandan da senin orada olduğunu hissediyor ve seviniyordu. Evet sanki yanımızdaydın. Yalnız bırakmamıştın yine evlatlarını.
Baba olmak istedin sen bu insanlığa. Oldun da. Hepimizin Haydar Baba’sıydın. Çekinmeden doğruları haykıran, insanlık için çok çalışan bir baba. Seninle birlikte büyüdü bu minik gönül ve daha niceleri. Sözlerin birer altındı. Bir ufuktun, fikirdin, bakış açısıydın. Cevaplayamadığım soruların cevabıydın. Bir kaynaktın. Ucu bucağı olmayan, kesilmeyen bir kaynak. Sormuş ya şair: “Mutluluğun resmini çizebilir misin?” diye. İşte o resmin can bulmuş haliydin sen, huzurdun, umuttun. Hayatı anlamlı kılandın. Hayatın bir anlamı olduğunu öğretendin. İnsanlığa bir rehber bir örnektin. Örnek bir Atatürk sevdalısı, Ehlibeyt sevdalısı, vatan sevdalısıydın. Örnek bir beyefendi, siyasetçi, iş adamı, dava adamı, bilim insanı, yazar, dost, baba, öğretmen…
Artık küçük kız da bir öğretmen. Söylediğin gibi insan kazanmak, insanları insanlığa kazandırmak isteyen bir öğretmen. Senden ilham alan bir öğretmen. Zaman zaman hayalci bir öğretmen. İçinde sen olduğun milletinin olduğu, barış, demokrasi, huzur, bolluk içinde hep beraber olduğumuz paralel bir evreni düşleyen.
İşte dün akşam bunları düşündüm öğretmenim. Sanatçının da dediği gibi yine sonsuz bir huzur doldu kalbime. Bir de kendimi düşündüm sonra. Bir garip duygu çöktü omzuma. Hani eski bir resme bakarken hani yılları sayar da insan hani gözleri dolar ya birden. İşte öyle bir şey.
Üstadım,
Ne zor şeymiş duyguları yazıya dökmek. Bu kaçıncı kağıt oldu bilmiyorum. Bir türlü o giriş cümlesini yazamıyorum.
Ne diyeceğim, nasıl başlayacağım? Kendimi çok aciz, çok çaresiz hissediyorum. Sana, seni yazmanın zorluğu kuşatıyor baştan aşağı bütün bedenimi.
Ama bu zoru aşmak ve yazmak, seninle yazarak konuşmak, içimi dökmek istiyorum. Biliyorum ki, ben yazdıkça senin, “Hoş geldin evladım” dediğini hissedeceğim, mis kokan elinin bana uzandığını göreceğim.
Hem, o mis kokunu hiç unutmadım ki ben…
Nasıl unuturum ki? Ben dünyaya geldikten hemen sonra beni kucağına alıp sevdiğinde tatmıştım ve bir ömür en kıymetli hazinem olarak saklayacağım her zerremde.
Zaman hiç durmuyor burada. Katlanması çok zor koskoca iki yıl geçti. Köpük köpük erimekten bahsetmiştin ya tam da onu yaşadım.
Ama sensiz değilim Üstadım. Sen her yerdesin. Maddeyi esir aldığın Makalât’tasın, bir kızıl goncadasın, hiç ayrılmadığın asmanın altındasın. Ders çalışırken kullandığım kalemimde, hedefimdeki üniversitede, haklıya hakkını vermemi istediğin mesleğimdesin. Daldığım hayallerimde, başımı kaldırıp baktığım gökyüzündesin. Sen odamın baş köşesinde, kalbimin en müstesna yerindesin.
Her gün tekrarlanan bir oluş yaşıyorum Üstadım.
Bir gün “Korkmaz İbrahim olan Nemrud’un ateşinden” diyerek Urfa’dan sesleniyorsun, sonraki gün Duma’da kapitalizmi tarihe gömüyorsun.
Bir gün bütün ayrılıkları reddediyor bizi Ehl-i Beyt’te buluşturup Nuh’un gemisine bindiriyorsun, başka bir gün Türk, Kürt, Laz, Çerkez kardeştir deyip “Ne mutlu Türk’üm diyene” diye haykırıyorsun.
Üstadım, Tandoğan’dan geçerken kulaklarımda hep senin sesin yankılanıyor “Bu vatan bizimdir bizim kalacaktır.”
Sonra bir Ramazan mevsimine gireriz ve beni alır, binlerce gencin seninle birlikte kıldığı teravihlere götürür.
Üstadım biliyor musun geçtiğimiz günlerde Atatürk Spor Salonundaydık. Henüz dört yaşımdayken Şırnak’tan gelip heyecanla seni dinlediğim yer. Hani duyan herkesin kalbinin derinliklerine nüfuz eden, “Türk milleti ayağa kalkıyor Türk milleti ayağa kalk, ayağa kalk Türk milleti” sözlerini söylediğin salon var ya işte orası. Binlerce, on binlerceydik. Tıpkı on beş yıl önce seninle birlikte olduğumuzda ki gibi aynı coşku, aynı heyecan, tek bilek tek yürek olduk. Hepimiz o gün yine Haydar Baş olduk, sen olduk.
İlmek ilmek dokuduğun, yıkılmayan tek kale İcmal Gençliğin, sel oldu geldi, salon doldu taştı. Eminim oradan yükselen nidalar ötelere ulaştı. Evlatlarınla hep gurur duydun ya işte o evlatlar sana verdikleri sözü tutuyor Üstadım. Bayrağını her daim göklerde dalgalandırmak için açtığın yolda, gösterdiğin hedefe kararlılıkla yürümeye devam ediyor.
Ve birlikte Anıtkabirdeyiz…
Üstadım, biliyor musun evladını önümüze rehber eyledik Atamızın huzuruna, Anıtkabir’e gittik. Senin öğrettiğin gibi abdestli gittik Üstadım. Selamını ilettim Atatürk’e. Gözlerim yaşlı, ellerimi açtım ve tıpkı senin gibi dua ettim. “Sen olmasaydın, ne vatanımız, ne namusumuz, ne şerefimiz kalırdı. Allah, senden razı olsun Büyük Atatürk”
İşte o an, baharda yeşeren nebatat gibi, uçuşan kelebekler gibiydim. O an, senden duyduklarımı yaşadım.
Üstadım, bir zamanlar seninle aynı ortamda bulunmanın bile mutluluğunu, heyecanını izah etmem mümkün değilken, inanamıyorum ama şu an sohbet ediyorum. Sanki asmanın altında oturmuşsun ve karşında ben varım. “Sen konuş bakalım” diyorsun. İşte tam da öyle.
Üstadım, sana sözüm var, ben asla yolumdan dönmeyeceğim. Sen, bize yaşayan köklü bir medeniyet bıraktın. Vazifemin bilincindeyim.
Emanetin şerefimdir. Var gücümle dimdik ayakta duracağım, senin bayrağını gönderden indirmeyeceğim.
“Gençler, bu mücadelede en güçlü önderler Hacı Bektaş-ı Veli’nin arkadaşları gibi sizler olacaksınız” dediğin gün ben de oradaydım. O an hissettiklerimi bugün yazıya döküyorum.
Sen yeter ki kabul et Üstadım, dün vardım, bugün varım yarın da var olacağım.
Benliğimin mimarı Haydar Babam,
Geldi yine hüzün mevsimi…Sanki ne varsa hayatımda, ne bulduysam en güzel ;hepsini birden kaybettim bir nisan sabahında. Bu yüzden öfkeliyim Nisan’a. Sanki Nisan’daymış gibi kabahat. İki sene olacak yakında. Hala aklımda aynı soru. Alışılır mı buna? Alışılmıyor çünkü. Gerçi alışmak isteyen kim? Soruyorum kendime; nasıl yaşanır ki güneşsiz? Yazsam bu hasreti satırlar dolusu; nasıl yazılır ki bu acı tarifsiz? Satırlar bile özlüyor seni. Artık cümleler devrik, çığlıklar sessiz. Bir yanımız hep eksik.Halbuki biliyorum. Ölüm bir son değil, ölüm bir göç. Ama bizim ırağa takatimiz yokmuş meğer. Seni yakınımızda hissetmeye nasıl da alışmışız biz.Geriye dönüp bakıyorum, sensiz geçmiş iki koca yıl. Sensiz dedikçe de kızıyorum aslında kendime. Yokken bile varsın çünkü.Hayatın kendisisin çünkü. Hayatına dokunduğun onca insanın gönüllerinde, fikirlerinde hala yaşıyorsun çünkü. Mesela ben; birisi bana ismimle seslenince de seni yaşıyorum, birine seni anlatırken de… Fotoğraflarımıza bakarken de seni yaşıyorum, insanlardan seni hayranlıkla dinlerken de.. Biz hala seninle yaşıyoruz baba, biz hala seni yaşıyoruz. Biz senin bize öğrettiklerinle yaşıyoruz. Senin “Bu sevgi dediğin iş karşılıklıdır. Seviyorsan bil ki seviliyorsun.” sözünden güç alıp seni her geçen gün daha çok seviyoruz. Bizi öyle güzel yetiştirdin ki…Ne güzel büyüdük ellerinde.Her geçen gün daha da çok farkına varıyoruz. İyi ki yolumuz sana çıkmış. Şimdi vakit, bu yolda her geçen gün daha da güçlü bir şekilde yürüme vakti. Evet zor; şu hayatta seninle görüşemiyor, konuşamıyor olmak çok zor. “Evladım hoşgeldin” demeni, hal hatır sormanı, derslerimizle ilgili nasihat etmeni, dopdolu hayatında onca meşguliyetine rağmen bize yer vermeni artık tadamıyor olmanın acısı tarifsiz. Ama tarifsiz olan bir his daha var ki o da senin baş koyduğun, baş olduğun dava uğruna çalışmak. Seni anlayabilmiş olmak bile ne büyük nasip.Ne demişler: “Arifin her bir sözünü duymaya insan gerek.Bu cihanda sanmayınız hayvan olan anlar bizi.” İşte seni anlamaya kiminin yüreği yetmedi, kiminin işine gelmedi. Ne güzel şey seni bulanlardan olmak. Benliği sende bulanlardan olmak. Senin taşıdığın bayrağı, binlerce Haydar Baş olarak devralmış olmanın hissi tarif edilemeyecek kadar güzel.Bundan güç alarak çok güzel adımlar atacağız baba.Oğlun Hüseyin, sahip çıkıyor bize. Onunla her geçen gün daha da çok inanıyoruz. İnandığımız yolda her geçen gün daha da büyük bir coşkuyla yürüyoruz. Sana bunları anlatmama da gerek yok aslında. Dedim ya, yokken bile varsın çünkü.Sen bizi görüyorsun, sen her anımızda bizimlesin. Sen olmasan biz bunları yapabilir miyiz? İyi ki varsın baba! Hep var ol hayatımızda. Bana ettiğin son dua, son karşılaşmamız dün gibi hatırımda. Nasıl bilebilirdim ki? Daha ayrılmadan bir daha ne zaman görüşürüz diye düşünen ben; son olduğunu bilsem evimizden tebessümle yolcu edebilir miydim seni? Ama insanız işte, belki de çoğu şeyin farkına varmadan yaşıyoruz şu anlamsız dünyada. Sana söz, bana ettiğin dua gibi vatana millete hayırlı bir hekim, bir genç, bir evlat olmak için çalışacağım. Sen en süslü, en güzel ve özenli sözleri hak ediyorsun baba. Ama şüphesiz ki en basit kelimeler bile seni anlatıyorsa bir başka duruyor satırlarda. Şimdi iki yıl daha yakınız kavuşmaya. Yakınım vuslata bir gün daha. O gün geldiğinde beni almadan gitme olur mu?
En sevdiğime, varlığını varlığımdan öte bildiğim öğretmenim, Haydar Hocama;
“Herkesin kıyameti kendi öldüğü gün kopar, ondan sonrası tufan” demiştin. Gidişin hepimizin kıyameti oldu, senden sonrasıysa hakikaten tufan.. O seneyi sadece biz değil tüm dünya felaketler senesi olarak anıyor. Önü alınamayan bir pandemi, yayıldıkça yayılan yangınlar, çığ üzerine çığlar, patlamalar, bombalar, kum fırtınaları.. Her yeri sel aldı, depremler can aldı.. Kimse ne olduğunu anlamadı, insanoğlu hepsi karşısında aciz kaldı. Adeta varlık, yokluğunla sarsıldı. Çok sevdiğin vatanın milletinse senin ikaz ediyor olduğun zifiri karanlığı her gün iliklerine kadar yaşıyor. Herkes ah diyor Hocam. Oysaki sen bu millet hiç ah demesin canı hiç incinmesin diye ne çok uğraştın. Bu zifiri karanlığı aydınlığa çıkaracak ne çok şey bıraktın..
Türk milletini ‘Ali’ gerçeğiyle yeniden buluşturdun mesela. Velayetin başı; adaletin, şecaatin, ölçünün, Resulullah’a teslimiyetin vücut bulmuş hali olan İmam Ali’yi bu millete tanıttın, sevdirdin ve hatta O’na âşık ettin. Onun devlet adamlığını, hukuka ve adalete bakışını örnek aldın. Uyguladığı iktisadi kuralları aynen günümüze taşıdın ve Milli Ekonomi Modeli’ni yazdın. O’nun uğradığı ambargolara sen de uğradın ama yolundan asla dönmedin. Bu hayatı dürüst yaşadın, minnetsiz yaşadın, inandığın değerlerden bir zerre olsun taviz vermedin.
Sahi sen İmam Ali miydin?
Anadolu’yu İslamlaştıran ve Türkleştiren Ahmed Yesevi’yi çok örnek verirdin. Sen de onun gibi Müslüman Türk kimliğini her zerrende yaşadın. Bu kimliği dört dörtlük yaşayacak ve yaşatacak insanları, kadroları yetiştirdin. Bu yetişmiş insanları Anadolu’nun dört bir köşesine, Avrupa’ya ve dünyanın pek çok yerine bir alperen misali gönderdin.
Sahi sen Ahmed Yesevi miydin?
Hacı Bektaş-ı Veliye ‘Anadolu’nun manevi genelkurmay başkanı’ derdin. Sen de tıpkı onun misyonuyla bu topraklarda Kürt Türk, Alevi Sünni ayrımını ve kavgasını bitirdin. Her türlü mezhep kavgasının önünü ‘Tevhidin Merkezi Ehli Beyt’ formülüyle kestin.
Sahi sen Hacı Bektaş-ı Veli miydin?
Atatürk üzerinden devleti ve milleti birbirinden ayırmak istediler. Türk milletinin dini duygularını suistimal ettiler. Ata’ya, molla annesine iftiralar attılar. Hepsini tek tek çürüttün. Dindar Atatürk’ün üzerine örtülen örtüyü kaldırdın. Ehli Beyt’e dayanan mübarek soyunu ortaya çıkardın. Atatürk’ün vasiyetini yerine getirdin, bu milleti de çok büyük bir vebalden kurtardın. Atatürk’ün ‘karakterimdir’ dediği tam bağımsızlığı sen de karakterinde yaşadın. Bunu milletine de yaşatmak arzusuyla kurduğun partiye Bağımsız Türkiye Partisi adını verdin. Bu millete siyasi, mali, adli, askeri, ekonomik ve kültürel her alanda tam bağımsızlığı yaşatacak formüller, projeler geliştirdin. Milletini bekleyen büyük tehlikeleri aynı Atatürk gibi hep önceden gördün, ikaz ettin, çok ileri görüşlüydün.
Sahi sen Atatürk müydün?
21. yüzyılın Ali’si, Hüseyn’i, Mevlana’sı, Yunus’u, Hacı Bektaş’ı, Atatürk’ü hep sendin. Ömrüne nice ömürler, medeniyetler, asırlar sığdırdın. Kadir gecesi gibi bi insandın sen. Senin yanında geçen bir sene 80 seneye, yüz seneye bedeldi. Senin yanında bir hep on’du. Sana seni anlatıyor değilim, ama sen bilirsin, seni anlatmayı çok severim. Ben bu dünyada en çok seni anlamak istedim. En çok da seni, seni anlatmayı sevdim. Sen benim meşguliyetlerimin başındaki ‘1’ oldun. Senelerim, işlerim, eğitimim seninle bi anlam kazandı. Aldığım nefese, içtiğim suya, soluduğum havaya, bir kereliğine geldiğim şu dünyaya mana kattın.
Yaratılışı gereği her insan bir inanç duyusu taşıyor. Bu inancı uğruna da büyük ya da küçük herkes bir mücadele veriyor. Ama inancıyla, verdiği mücadeleyle gurur duymaksa çok az insanın nasibi.. Biz senin bizlere aşıladığın inançla, şahitlik ettiğimiz ve yanında olduğumuz mücadelenle hep gurur duyduk, dahasını da hiç aramadık. Evladın Hüseyin’in dedi ki ardından, “Hiçbir şeyle gururlanmadım O’nun evladı olmakla gururlandığım kadar ve hiç de istemedim O’nun evladı olmaktan fazlasını..” Aynı öyle işte..
İnsanı karamsarlığa boğan cinsten değil de umutla dolduran hasretinin yanında bize yaşattığın bütün bu güzellikler için, bu milleti paramparça edecek her türlü oyunu bozup aramıza birlik mayası çaldığın için sana teşekkür etmek istiyorum, senin Ata’ya etmemizi öğütlediğin şekilde: Hocam, Sen olmasaydın ne şerefimiz ne namusumuz ne vatanımız ne de devletimiz olmayacaktı, sana çok ama çok teşekkür ederim.
Dedim ya tufan var, tufanın reçetesi Nuh’un gemisidir. “Ben bindiğim kanaatindeyim, beni sevenler de benimle beraber bu gemiye binmiştir” demiştin. Bu müjdeye muhatap olmanın umudu içerisindeyiz. Ve bu tufanın içinde ‘bizim dönemimiz başladı’ parolanın yansımalarını seyrediyoruz. Evladın Hüseyin Baş liderliğinde, dostlarınla birlikte, Bağımsız Türkiye Partisi’ni kurduğun 2001 ruhuyla, çok sevdiğin milletinin de Nuh’un gemisine binebilmesi için, karnının doyması, sırtının giyinmesi için, Türk milletinin kâinat devlet olması için ve tamamının ötesinde senin öğütlediğin şekilde son nefesimiz için çok çalışıyoruz. Senin duanı bekliyoruz.
Bu arada şehrinin takımı şampiyon olacak diyorlar. Şehrinin sokaklarında her gün horon tepip kemençe çalıyorlar. O günü bayram ilan edeceklermiş. Şampiyonluk olur mu bilmiyorum ama şunu çok iyi biliyorum ki, aynı şehrin Sarıtaş Mahallesi’nde gönül dünyanda büyütüp, şekillendirdiğin fikirlerin bi gün muhakkak iktidar olacak. İşte o gün senin hemşerilerin de, milletin de gerçek bayramı yaşayacak.
Ben, fikrinin öğütlerinin değdiği, gönlüne dokunduğun milyonlarca insandan, öğrencilerinden biri, Emine. Vatanıma, milletime, devletime ve dinime karşı vazifelerimi senin öğretilerin doğrultusunda yerine getirebilmek için hep çok çalışacağım. Bu noktada da kendime örnek olarak hep seni alacağım.
Hepimizin zihinlerinde ve gönüllerinde yaşayan fikirlerinle şimdi eskisinden çok daha sağsın, sağ olasın.
İyi ki vardın Haydar Hoca, iyi ki varsın..
Kıymetli Üstadım,
Mektubuma başlamadan önce ellerinizden öperim. Ellerinizden öperim derken, biliyor musunuz, koklayarak öpmekten bahsediyorum. Sizin kokunuzu, ellerinizden içime çekiyorum.
Uzun uzun konuşmak, bu mektuba nasipmiş. Gerçi içimden geçen her şeyi söyleyecek ve yazacak olmam, bunların da asker mektubu gibi okunacak olması utandırmıyor değil. Biraz mahrem en nihayetinde…
“Ar u namus şişesini,
Taşa çaldım kime ne?
Haydar Haydar”
diyor şair. Ben de buradan destur isteyeceğim.
Mektubum elinize ulaştığında bilin ki, sizin gittiğiniz yerlerin gönül dünyamda bir anlamı oldu. Anlamı vardı da, daha da bir anlamı oldu. Galiba, sizinle buluşmak, beraber olmak en başında geliyor. Hatta hiç ayrılmayacak olmanın garip bir sevinci de yok değil. Hiç böyle düşünmezdim, düşünmemiştim…Bizi terbiyenizin devam ettiğini görmek ve her an yaşamak büyük mutluluk. Aynı zamanda bu, bizi hayata bağlayan pamuk ipliği…Siz olmasanız…
Siz olmasanız demişken, siz buralarda yokken, dediğiniz gibi, “zifiri karanlık” bizi yuttu. Biz de artık sizin gibi herkese “hodri meydan” çekiyoruz! O meydana çıkan olmadı. Çıkacak gibi de görünmüyor. Demişler ya, “Sultanların sözü, sözlerin sultanıdır.” Sizin sözünüzün olduğu yerde; ya susulur ya uyulur.
Seviniyorum ki girdiğimiz zifiri karanlıkta ışığımız “siz”siniz. Yine siz söylemiştiniz; sizin ağzınızdan size aktarayım:
“Ballar balını buldum,
Kovanım yağma olsun.” (Yunus Emre)
Kınından çıkan kılıç gibi keskin ve parıl parıl parlayan varlığınızla denî dünyamıza anlam katıyorsunuz. Sizinle olmanın onurunu ve şerefini iki dünyada yaşayacak olmanın (ki bu dünyada yaşıyoruz) huzuru, yolumuzu aydınlatıyor. “Hocam olsa ne yapar?” diyerek yaşamak çok güzel be Hocam! Nazım Hikmet’in dediği gibi:
“Seni düşünmek güzel şey..
Seni düşünmek ümitli şey..
Dünyanın en güzel sesinden,
En güzel şarkıyı dinlemek gibi bir şey..”
Kelimeler kifayetsiz değil sizi anlatmaya, lakin iş anlamakta…Hepimiz sizi, kabiliyetimiz ölçüsünde anladık. Ama siz bizim anladığımızın da ötesinde bir insansınız. Bunu bilmek de bize gurur olarak yeter sanırım.
Aklıma gelmişken söyleyeyim Hocam, artık duyduğum bütün kemençe seslerine yüreğim burkuluyor. Şarkılar hep sizi söylüyor. Olduğum yere çöküp kalıyorum. Benim ev de, sizin eviniz gibi rüzgar tutuyor. Estikçe sizin oralardan kokular duyuyorum. Gülüşler.. sohbetler.. sesler duyuyorum. Yutkuna yutkuna dünyaya geri dönmek zor geliyor Hocam. Güneşi görmek, yıldızları seyretmek, denizi ve dalgaları izlemek, uçan kuşlara bakmak, insanların arasında dolaşmak, eşyanın hareketleri…Her yerde sizi görmek çok harika bir şey Hocam.. da, ruhumun derinliklerinde inceden bir kemençe sesiyle gözlerim yavaş yavaş buğulanıyor. Olur olmaz yerlerde, olur olmaz zamanlarda bir kenara çekilip ağlamamak için abuk sabuk şeyler yapıyorum. Edepsizliğimi affedin. Bunları insanlara anlatamamanın mı desem, insanların anlayamayacak olması mı desem hangisini söylesem bilemiyorum. Hep yaprak döküyor bir yanımız, sonbaharlar hiç bitmiyor.Yine sizin sözünüzle devam edeyim: “Kahrın da hoş, lütfun da hoş” derdiniz ya, mevsimler hep kış olsa, sizinle bir başka güzel Hocam! Bize kimse sormadı ama yine de söyleyelim: “Biz yârimizle hoşuz!” Çünkü, “O yâr bizim, kime ne?!”
Hocam bunlar size burada söylenecek şeyler değil ama bilinsin istediğim için vurguluyorum. Ayrıca, ilminizin zekatı etmeyen insanların arasında Mevlana’nın dediği gibi, “Körler çarşısında ayna satma, sağırlar çarşısında gazel atma” fakat sizin mirasınız gereği anlatıyoruz. Yukarda bıraktığım yerden devam ederek vurguluyorum ki; akıl sahiplerinin, sizi tasdik etmekten başka hiçbir seçeneği olmamıştır! Niye buraya girdim? Ortaya koyduğunuz eserleriniz ve fikirleriniz, dünya tarihinin en müstesna “değer”leridir. İnsanlığa ışık olmuştur ve daima olacaktır.
“Bildi âkil, bilmeyenler bilmesin ya Haydar!”
İnsanı ilgilendiren bütün alanlarda, bütün ilimlerde insanlığın önderi oldunuz. Oğlunuz Hüseyin Baş’ın veciz ifadesiyle, “Tarihçilere tarihi, iktisatçılara ekonomiyi, filozoflara felsefeyi, sosyologlara toplumu, ilahiyatçılara dini, sanatçılara sanatı öğretti benim babam…”
Yeri gelmişken Hocam, oğlunuz Hüseyin Baş’ı ne kadar güzel yetiştirdiğinizi söylememe izin verin…Onu dinledikçe gönlümüz ümitle doluyor. İçiniz rahat olsun, öyle bir yol açtı ki ardınızdan, yürümemek için ayaksız olmak gerek! Hani, sizden sonra onunla teselli buluyoruz dersek gücenmeyin sakın! Ona ve yolunuza gözümüz gibi bakıyoruz, gözümüzün bebeği gibi…
Bunu, birkaç kişiden başkasına anlatamadım ama Hocam, size söyleyeyim. Nasıl söylesem bilemiyorum. Sizden sonra hiç “Rahmetli Hocam, Hocam vefat ettikten sonra, Hocam ölünce…” gibi cümleleri ne dilime ne gönlüme sokabildim. Ayette diyor ya, ki siz de pek çok kez dile getirmiştiniz, “(Onlara) ölüler demeyin. Hayır onlar diridirler fakat siz bilemezsiniz.” (Bakara, 154). Bu, aklımdan bir an bile çıkmıyor Hocam! Ne yaşayanlar görüyorum ki nefes alıp yemek yemeyi yaşamak zannediyor. Bunları bitkiler ve hayvanlar da yapıyor. Baktığımız zaman bize daima Allah’ı hatırlatan gerçek bir dost ve kamil bir insan olarak siz, yaşayanlardan daha dirisiniz Hocam! Üzerimizdeki elinizi her an hissetmek, büyük nimet…
Hocam; sizi düşününce, sizi görünce olduğu gibi elim ayağım birbirine dolandı. Buradakilerin de biraz dağınık görünmesi bu sebeptendir. Bildiğiniz gibi, burası sınırları olan bir dünya; zamanımız sınırlı, nefesimiz sınırlı, kelimeler de sınırlı…Bu sebeple satırlarıma “son” değil de “virgül” koyarken, sizinle buluşup ebedi “hoş” olacağımız zamanlara hasret olduğumu bilin istiyorum.
Son olarak size eşim Müjgan’ın, kızlarım Ayşe Beyza, Fatma Zehra ve Dilara ile oğlum Mustafa Kemal’in selamlarını iletiyorum. Sizinle büyüdüler, ne mutlu onlara…
Ayrılmak zor Hocam! O yüzden affınıza sığınarak yarım bırakıyorum.
…
Sevgili Haydar Hocam,
Seni tanımak ne büyük bir nasip. Seni sevmek, seni önder, kılavuz, lider kabul etmek insanın kendine yapacağı en büyük iyilik, geleceğine yaptığı en büyük yatırımmış meğer.
Hani derdin ya: “Bizim milli maarifimizde gençlerimizin önüne koyacağımız müşahhas örnek şahsiyetlere ihtiyacımız var.”. İşte, Hoş Geldin Atatürk ve Ehl-i Beyt külliyatı ile bu örneklerin en güzellerini önümüze koyduğun gibi bizzat kendi şahsında bize seyrettirdin, yaşattın. Bütün ömrünün her anında en güzel kılavuz, vesile, en güzel yaşayan müşahhas örnek oldun bizlere.
Olaylar oluşup insanlar bu nedir diye şaşırıp kaldığında biz o meseleleri on yıllar öncesinden senden dinlemiş, özümsemiş, şahsi olarak tedbirlerimizi almış ve sesimizi ulaştırabildiğimiz her yerde, önde sen arkanda bizler yurdu karış karış dolaşıp insanları uyarmış olurduk. Üstelik sen, herkesin yaptığı gibi sadece sorunları konuşmadın; maddi manevi her türlü meselenin çözümlerini ortaya koydun.
Seksenli, doksanlı yıllarda küresel ısınma nedeniyle Amerika’nın uzayda vatan arayışını, ondan bir sonuç elde edemeyince Büyük Ortadoğu Projesi ile Türkiye’yi hedef tahtasına koyduğunu, vatanımıza göz diktiğini haykırdın.
İnsanların hocaefendi diye salya sümük peşinden koşup önünde düğme ilikledikleri dönemde, onun Amerika tarafından kullanılan bir ajan olduğunu, ülkemizin birliğine ve bütünlüğüne kasteden bir hain olduğunu haykırdın. Bizler senin sayende onların okullarına, dershanelerine vs. çocuklarımızı göndermedik, kandırılmadık.
Milli paralarla ticaret tezinle Kapitalizmi yerle bir ettin. Dolarla borçlanmayın diye yaptığın uyarıların mahiyeti, önemi bugün ortada…
Seni takip ve taklit ettiğimiz, sana danıştığımız, maddi manevi hiçbir işimizde yanılmadık, şaşırmadık. Ön görülerin hep bize yol gösterdi. Seni dinleyip seninle olanlar her zaman toplumun bir değil, bin adım önünde oldular.
Bize yaptığımız her işte, aldığımız her nefeste en büyük istikametin, gayenin Hakk’ın rızasına kavuşmak olduğunu öğrettiğin gibi dünyamızı da cennet kılacak birlik, beraberlik, kardeşlik, refah, huzur, zenginlik içinde yaşamanın gerekli bütün argümanlarını içinde barındıran Milli Ekonomi Modeli’ni ve bunu hayata geçirebilecek şekilde ilmek ilmek dokuduğun, işlediğin değerli evladın Hüseyin Baş’ı da bize armağan ettin.
Bize açtığın bu kutlu yolda bu değerli emanetlerini omuzlarımızda iktidara taşıyacak kutlu kaderler diliyorum Rabbimden; ve elini, nefesini daim üzerimizde hissetmek…
Seni tanıma şerefine bizi kavuşturduğu için yüce Rabbime sonsuz şükürler, bize kattığın bütün değerler için sana sonsuz teşekkürler.
Çocuk yaşlarda bir dergide okuduğum zaman kalbimde hiç geçmeyecekmiş gibi hissettiğim o acı, meğer 14 Nisan’da bizi bekleyen acı ve hasretin habercisiymiş. Yıllarca sebebini hiç bilmeden her okuduğumda gözümden gönlüme akan yaşlarımı tutamadığım bu şiiri sana ithaf ediyorum.
“Babacığım
Ne kadar sıcak bakıyorsun öyle
Eski resimlerde
Çok tatlıydı
Çok mutluydu
Hayatımız demek
O günlerde
Akşam oldu bak
Ufuklar karardı
Ayak seslerin nerede
Günler soldu
Pencereler kapandı
Çekildi perde
Cennet kokuları var
Şimdi yalnız
Üzerinde açan
Güllerde…”
Sevgi, saygı, özlem ve rahmetle…
ÖZLEM VE MİNNETLE
Hamurkârımız, Üstadımız Haydar Hocamız!
Kabullenmek zor da olsa ansızın gidişinizin üzerinden iki yıl geçti. Ölümün ve hayatın sırrını en iyi bilen biri olduğunuz için her dem yaşadığınız hayatı anlamlı kılan işlere imza attınız.
Bir bahçıvan titizliğiyle gönül bağınızdaki gülleri yetiştirdiniz.
Ölümsüz fikirlerinizle, muhabbet pınarı gönlünüzle, ölmüş kalplerimizi dirilttiniz.
Zifiri karanlıklarda bile yolumuzu ve gönlümüzü aydınlatan bir ışık oldunuz.
İnsanların karanlıklarla boğuştuğu, yolunu bulmakta zorlandığı bu dönemde yaktığınız ışıkla aydınlanıyoruz.
Toplumda huzur ve kardeşliği hâkim kılmak için ektiğiniz sevgi ve barış tohumları yeşerdi, ağaç oldu, meyve veriyor.
Ortaya koyduğunuz hizmetler çığ gibi büyüyor, sel gibi çağlıyor. Yollar açılıyor, su akıp yolunu buluyor. Bu yürüyüşün önünde durabilecek hiç bir güç yoktur.
Bizlere bıraktığınız her düşüncenizi, canımız kadar aziz bilerek kutsal bir emanet olarak görmeye devam edeceğiz. Size verdiğimiz sözlerde sadık kalacağız.
Yetiştirdiğiniz kadronuz görevinin başındadır. Gözünüzün arkada kalmadığını biliyoruz. Çünkü “bizim dönemimiz başladı” müjdenizle bizlere umut ve heyecan ateşini sönmemek üzere yaktınız da gittiniz.
İnsanlığın refahı adına çıktığınız yolda; emanetiniz olan Milli Ekonomi Modelini, Sosyal Devlet Milli Devlet projelerinizi, iktidar etmek için emin adımlarla; evladınız Hüseyin’in önderliğinde yürümeye devam ediyoruz.
Siz son nefesinize kadar bize kutlu bir emanet bırakmaya çalıştınız; bizler de son nefesimize kadar bu kutlu emanetinizi taşımaya söz veriyoruz.
Var bi hayalimiz…
UĞUR KEPEKÇİ
Doğum tarihimiz /19.08.1959 (kırk yaş üstü)